İntihar eden yazarlar serisine Jack London ile devam ediyorum. Neden mi? Çünkü hayatımda ilk defa intihar üzerine düşündüğümde on iki yaşımdaydım ve bir Jack London kitabından çok etkilenmiştim: Martin Eden.
Martin Eden, okuduğum en iyi kitaplardan diyebilirim. İlk okuduğumda da bunu hissetmiştim, yıllar sonra yeniden elime aldığımda da bu duygum hiç değişmedi. Günlerdir Jack London cümleleriyle aşk yaşıyorum. Bir insan bu duyguları yaklaşık yüz elli yıl önce nasıl bu kadar iyi kaleme dökmüş diye heyecanlanıyorum. Zihinsel bir haz duyuyorum. Bu sebeple de bitsin istemiyorum. Yavaş yavaş, uzata uzata, tadını çıkara çıkara okuyorum. Günün her saatinde, gittiğim her mekanda, farklı farklı pek çok müzik eşliğinde okuyorum. Gerçekten tadına doyamıyorum.
Hayatında ilk defa yemek yemenin karın doyurmaktan öte bir işlevi olduğunu fark etmişti. Ne yediğinin bilince değildi. Önündekiler sadece yiyecekti. Yemek yemenin estetik bir faaliyet olduğu bu masada, güzelliğe duyduğu aşkla kendine doyasıya bir ziyafet çekiyordu.bu aynı zamanda bilgiye dayalı zihinsel bir faaliyetti. Aklı karışmıştı. Ona göre hiçbir anlam ifade etmeyen ya da sadece kitaplarda gördüğü ve tanıdığı hiçbir adamın ya da kadının zihin kapasitesinin telaffuz etmeye yetmeyeceği kelimeler konuşulduğunu duymuştu. Bu gibi kelimelerin böylesine harikulade bir ailenin, kızın ailesinin mensuplarının dudaklarından kaygısızca döküldüğünü duyunca büyük bir haz ve heyecan duydu. Kitapların romantizmi, güzelliği ve yüksek coşkusu gerçekleşiyordu. Martin, fantezi dünyasının kuytularına saklanmış rüyalarının ağır adımlarla ortaya çıkıp gerçeğe dönüşmesine tanık olan bir adamın yaşadığı o nadir mutluluk hissini tadıyordu.
Martin Eden
Martin Eden ve ben
Bazı kitapları okurken karakterini fazlaca içselleştirdiğimi düşünüyorum. Martin Eden da benim için o karakterlerden kesinlikle. Tanımalıydım, küçük bir alkol eşliğinde saatlerce sohbet etmeliydim. Şu an oturduğum mekanda birlikte oturmalıydım mesela. Batmaya yüz tutmuş güneşi, denizden gelen dalga sesini, tenimde hissettiğim esintiyi, ağustos böceklerini, yanımdan geçen çizgili mayolu adamın ayak seslerini, kulağımdaki jazz ritmini bir de ondan dinlemeliydim. Belki bana yazma motivasyonunu anlatırdı. Aşık olduğu için mi yazmıştı? Yoksa sadece para kazanmak için mi? Fark edilmek için belki, daha görünür olmak için. Belki sadece zihnini yavaşlatabilmek ve hatta durdurabilmek için. Neydi onu canlı tutan? Neydi günün birinde vazgeçmesine sebep olan?

Yaşamayı önemsiyorlardı
Martin Eden okuması yapmak için ideal mekan bulamadım geçtiğimiz iki haftada. Birden fazla yer denedim. Hepsine de yakıştı inanır mısınız? Bu mekanların ortak özelliğini merak ediyorsanız eğer şöyle özetleyebilirim: hepsi fazlasıyla canlıydı. Hemingway yazarken de bunu fark etmiştim. İntihar kavramının aksine fazla hayat dolu yerler seçiyordum. Ama her ikisi de fazla hayat doluydu düşününce. En azından, ölüme inat, yaşamak için fazlaca çabalıyorlardı. Konunun benim inkar mekanizmamla alakalı olduğunu düşünmüyorum. Bence son derece objektif yaklaşıyorum. Bu insanlar ölmeyi düşünerek yaşamıyorlardı. En azından söz konusu kitaplarını yazarken yaşamayı seviyorlardı. Aslında önemsiyorlardı demek daha doğru bir ifade olur sanırım. Yaşamayı önemsiyorlardı. Ölüm düşüncesi, bir görev tamamlama meselesiydi sanki. Zamanını doldurma meselesi…
Tanıdığı hiçbir erkek ya da kadın ona ölümsüzlük mesajı vermemişti. Fakat bu kız vermişti. Daha kendisine ilk baktığı anda bunu ona fısıldamıştı. Martin yol boyunca yürürken kızın yüzü gözlerinin önünde titrek ışıltılar saçarak parladı; solgun ve ciddi, tatlı ve hassas, ancak bir ruhun görebileceği gibi, acıma ve şefkat hisleriyle gülen ve daha önce asla hayalini bile kurmadığı kadar saf yüzü.kızın saflığı sert bir yumruk gibi indi tepesine ve onu ürküttü. İyiyi ve kötüyü biliyordu fakat saflık, varoluşun bir öz değeri olarak saflık hiç aklına gelmemişti. Ve şimdi, kızın şahsiyetinde saflığın iyilik ve temizliğin en mükemmel hali olduğunu, bunların bir arada ebedi yaşamı oluşturduğunu kavramıştı.
Martin Eden
Bir insanın bu kadar güzel sevmesi mi, ya da sevdiğini hayal edebilmesi mi, etkileyici olan? Yoksa sevdiği için iliklerine kadar çaba sarf edebilmesi mi? Olduğu sosyal ve kültürel sınıftan sıyrılıp bambaşka bir kimliğe bürünebilmesi mi? Büründüğü kimliği hazmedebilmesi mi?
Bir varoluş resmi
Martin Eden, gerçek bir var olma hikayesi benim için. Şanslı doğmayanların tarafından gelip, şanslı doğanların da üzerine çıkan bir adamın hikayesi. Belki de tam anlamıyla bir kendini gerçekleştirme hikayesi. Sevme şekliyle, elde etme çabasıyla, hırsı ve zekasıyla, sürekli varlığını rahatsız edip duran zihinsel karmaşasıyla, kazandığı etiketle ve parayla… Her biri bir varoluş resminin ayrı birer parçası. Bana sorarsanız en etkileyici kısmı ise zamanı geldiğinde bu defteri kapatma cesareti, özgürlüğü.
Denizden gelen bir adamın denize dönme hikayesi. Pek çok yorumcuya göre Jack London’ın kendi hikayesi. Yüksek doz alkol ve morfinle mi ölmeyi tercih ederdim; yoksa denizde boğularak ölmeyi mi bilmiyorum. Uzaktan bakınca her ikisi de etkileyici. Sadece bunu biliyorum.

Hapimag Resort Sea Garden
Kitabın finalini nerede yaptığımı merak edenlere… Burası Bodrum Yalıçiftlik’te müthiş bir koy. Karşıda bomboş dalgalanan deniz iskelesine bakınca, final için doğru yerde olduğumu hissettim. Bu yaza bir kafa tatili planlarsanız yanınıza Martin Eden alın. Kitabı da deniz kenarında tamamlayın. Son iki sayfadaki ölüm tasviriyle hayata daha sıkı tutunacaksınız. Ölebilenlere saygıyla… Ben kolay ölmem, bir kere daha anladım.
Son olarak Jack London’ın Martin Eden karakteriyle sorduğu bir soruyu soracağım. Neden bütün iyi yazarlar yüz yıl önce ölmüş oluyor?