Salgın, özellikle son birkaç senede tüm insanlığın aşina olduğu bir kelime haline geldi. Hatta tüm yaşantımızı şekillendirdi, bugünümüzü ve geleceğimizi ziyadesiyle etkiledi. Tüm dünya tek bir şeyi konuşur oldu. Yaşadığımız teknolojik çağda nereye bakarsak salgın kelimesi ile karşılaştık. Karşılaşmaya da devam ediyoruz zira bu salgın hikayesi için hala "tam olarak bitti" diyemiyoruz.
Bu salgın meselesi binlerce ölüme sebep olup sayısız fiziksel hasarlar bırakırken bir taraftan da psikolojik olarak tüm dünyayı adeta yıprattı. Eskiden olsa izlerken çok da etkilenmeyeceğimiz salgın konulu filmler, artık rüyalara girer oldu. Sadece filmler de değil, bu konuda karşımıza çıkan birçok distopya türü kitaplar da var. Daha önce bu kitaplardan biri olan Körlük incelemesi yapmıştık. Körlük, bir seri halinde ve kalın kitaplardan oluşuyordu. Şimdi ise daha kısa ama bir o kadar etkileyici olan Kızıl Veba'dan bahsedeceğiz.
Kızıl Veba, okuyucuyu daha yazılış hikayesinden hayrete düşürüyor. Kitap, 1912 yılında Jack London tarafından kaleme alınıyor. 2013 yılında başlayan ve tüm dünyayı yok eden bir salgından bahsediyor yazar. Jack London bu hikayeyi kurgularken yüz yıl sonrası için gerçekten dünyanın bir salgınla boğuşacağından bihaberdi. Ancak yine de hikayenin geçtiği tarihin günümüze çok yakın olması şaşırtmıyor değil. Kısaca bu kitap zamana yenik düşmeyen bir eser olarak tarihe geçiyor.
Granser'in hikayesi
Hikaye, 2070'lerde Granser adlı yaşlı bir adamın 2013 yıllarında yaşanan salgını torunlarına anlatması üzerine kurgulu. Granser, modern dünyanın son tanığı olarak kalmış bir adam. Eski dünyaya ve eski hayatına büyük bir özlem taşıyor. Çok yaşlı ve artık bir gözü toprağa bakan Granser; Edwin, Hu-Hu ve Tavşandudak adındaki üç torununa o eski günleri anlatıyor.
Salgın, Granser 27 yaşındayken başlar. O zamanlar Stanford Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan yaşlı adam salgına hiç yakalanmadan atlatmayı başarır. Ancak bu şanslı olduğunu mu gösterir, orası tartışılır. Çünkü Granser dünyanın yok oluşunun her anına tanıklık eder. Her insanın içinde bir canavar vardır. Ancak ortaya çıkmak için doğru zamanı bekler. İşte Granser tüm insanlığın canavara dönüşmesini kendi gözleriyle izler.

Dünyanın adeta kıyameti yaşadığı bu salgında, tüm yerleşim yerleri ateşe veriliyor. Hatta tüm tarlalar ve besin kaynakları talan ediliyor. Dünya adeta en baştan başlıyor hikayesine. İnsanlar barınmayı, beslenmeyi, giyinmeyi en baştan öğreniyor. İnsanlar dediğime de bakmayın, dünyada toplasan 90 kişi kalıyor. Bu 90 kişi ise kabileler halinde farklı farklı yerlerde yaşıyor.
Mayası bozuk insanlık
Granser, yaklaşık 15 sene boyunca dünyada tek başına kaldığını zannediyor. Umudu tamamen kesilmişken uzaklardan bir ateş dumanı görüyor ve sürüyor oraya atını dört nala. Gördüğü ilk insanın ellerine kapanıp ağlıyor hüngür hüngür. Ancak beklediği tepkiyi vermiyor karşı taraf. "Sen ne halt etmeye geldin buraya?" gibi bir cevap alınca Granser, neye uğradığını şaşırıyor. Yıllar sonra görebildiği tek insan, karşılaşabileceği en kötü insandır. Orda misafir olarak kaldığı zaman diliminde de bunu düşünüyor hep Granser. "Tanrım, onca iyi insan varken en başta onun canını almalıydın!" diye haykırıyor kendi içinden.
Granser, Telegraph Tepesi adlı bir yerde bir mağara buluyor. Ve orada sahip olduğu kitapları saklıyor. Hatta bu kitapları seneler sonra bulan kişiler için de okuyup anlayabilmeleri için alfabe hazırlıyor. Granser'in umudu hiç tükenmiyor zira bir gün insanların tekrar okuyacağına inanıyor. Profesör James Howard Smith diye birinin yaşadığını ve insanların okuması için eski insanların bilgilerini sakladığını bilmelerini istiyor. Granser ne olursa olsun bilgiden ve insanlıktan kesmiyor umudunu.
Süründürmeden öldüren hastalık
Hastalık, ilk başta birçok ülkeye yayılmasına rağmen her yerde saklanıyor. Ancak salgın o kadar yayılıyor ki artık saklanamaz hale geliyor. Çok çabuk bulaşan ve çok çabuk öldüren bir salgın Kızıl Veba. Adının kızıl olmasının sebebi ise hastalık baş gösterdiği zaman insan vücudunda bir çok yerin kızarması. Bu sayede hastalık bulaştığı kişi çok çabuk ayırt edilebiliyor. Ancak buna çok da gerek kalmıyor çünkü kızarıklık sonrası en fazla 15 dakika içinde ölüm gerçekleşiyor.
İlk başta ayaklardan başlayan kramplar giriyor. Daha sonra bu kramplar 15 dakika içinde kalbe kadar çıkıyor. Ve kalbe vurduğu an ölüm gerçekleşiyor. Ancak bu kramplar girmesinden ölüm anına kadar kişinin bilinci tamamen açık ve akli dengesi yerinde oluyor. İşte bu olay da kişinin ölümü bile bile beklemesine ve son dakikalarını bilinci yerinde geçirmesine neden oluyor.
Kızıl Veba'ya yakalanan kimse ölümden kaçamıyor. Bulaştıktan hemen sonra öldürebildiği gibi 2-3 gün kuluçka süresi de olabiliyor. Bu olay okuyucuya doğal olarak korona virüsün özelliklerini de hatırlatıyor. Yazarın 1900'lerde bu kadar bilgiye sahip olması da eserin bilimselliğin temelinde yazıldığını gösteriyor.
Kızıl Veba'nın bir çaresi bulunamıyor. Çünkü Kızıl Veba ile uğraşan tüm bilim insanları çalışmaları bitmeden ölümle yüzleşiyor. Yarım kalan çalışmalara devam eden bilim insanları ise bile bile ölüme gidiyor. Yazar, kitapta bu bilim insanlarından kahraman olarak bahsediyor.
Yakın dönemde yaşadığımız ve hala içimizde olan virüsle farklılıkları olsa da eserin yazıldığı yıla bakıldığında benzerlikler çok bile geliyor. Jack London'un ileri görüşü ile birçok ayrıntı günümüz ile örtüşüyor. Kitapta bahsedilen 2013 yıllarındaki dünya nüfusu bile günümüz ile hemen hemen aynı. Bütün bunlar sonucunda, Kızıl Veba asırlara meydan okumuş bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Ne kadar distopya olsa da, tüm kurgulardan çıkarılacak bir sonuç elbet var. "Geçici düzenler köpükler gibi uçar gider."