Figürlere, markalara, logolara para vermekle mutlu olan bir nesle dönüştük ve öyle de bir nesil yetiştiriyoruz. Günümüzde bir eşyaya niteliğine ya da işlevine bakılmaksızın ödediğimiz fiyatın onun değerini belirliyor olması ciddi bir sömürü sektörüne dönüştü. Hatta bu durum son yıllarda tüketim kültürünün bizlere dayattığı büyük lokmalardan… öyle ki ben artık bu tarz ürünlerden istenen paraları görünce durumu kabullenemiyorum, boğazıma takılıyor. Tek başına tepki göstermek sonuçsuz kalmanıza sebep oluyor, satış pazarlama döngüsü ağlarını örmüş. Sistemin çalışması duygularınız üzerine kurulu olduğundan farkındalığınız yoksa etkilenmemek mümkün değil. Özellikle küçük çocuklara hitap eden oyuncaklarda, giysilerde, çantalarda ve daha pek çok üründe izlenen satış stratejileri öyle zorlayıcı bir hal aldı ki anne babalık sınavına dönüştü. Çocuğunuz ekranlardan tanıdığı figürü, objeyi ya da lisanlı baskılı ürünü görünce ona doğru çekiliyor. Haliyle sevdiği karakteri yanında taşımak istiyor. Satın alınmasını talep ediyor. Çocuğu alıkoysanız bir türlü satın alsanız başka türlü. Hayal gücü sınır tanımayan üreticiler pek çok popüler figürün satılacak malzemelere dönüştürülmesinde öyle de yetenekli ki… Yani birinden kurtarsanız diğerine illaki takılacaksınız. Zaten anne babalar bunu çok iyi bildiğinden sonuç: üretici on, masum tüketici sıfır. Çocukla çatışma halinde taraflardan biri mutlaka zarara uğruyor.
Şimdilerde manga figürlü objeler tercih edilirken daha önce Marvel karakterleri satılıyordu. Tabii çocuklar en zayıf halka ama tehlike bizim için de çok güçlü. Yok mu içine iki parça eşyanın bile sığmadığı çantalara servet ödeyenler? Çoğumuz markanın logosuna para verdiğimizi bile bile bu tarz ürünleri almaktan kaçınmıyoruz. Esiriyiz, hem duygularımızın hem tüketim iştahımızın hem de varlığımızın kıymetini eşyaya indirgeyen zayıf irademizin.
Yazdıkça eskiden nasıldı diye düşünüyorum, o yıllardan izler hayal meyal anılar olarak aklıma geliyor. Babaannem bıçak bilerdi, aynı mutfak eşyalarını yıllarca kullanırdık, babam ayakkabımızı sildirip nasıl boyanacağını gösterirdi, yetemediğimiz yerde kendi yapardı; sökülen çorabın tepesini dikip tekrar ayağımıza giydiren annemin fakir ya da mağdur hissettiğini sanmıyorum. Eşyaya saygıydı bu. Daha işi bitmemiş bir şeyi atan yarın öbür gün yaşlanan anne babasına da yanaşmaz, derdi. Kafama kazınmış. Korkardım öyle olmaktan, hainlik, vicdansızlık gibi gelirdi. Şimdi de gereksiz tüketilen bir şeylere tanık olunca bana çok şımarıkça, vicdansızca ve bencilce geliyor. O çocuk ruhumun korku dolu duyguları içimde yükseliyor.
Emin olduğum bir şey var; üretmenin, ortaya bir şey çıkarmanın, tamir etmenin, düzeltmenin, yıkılanı yapmanın, eskiyeni hayata geri kazandırmanın verdiği duyguyu yeni bir şeyleri satın almanın asla veremeyeceği. Size manga karakterlerinden koleksiyon yaptıran çocuğunuz, servet ödediğiniz figürlerden bir yıl sonra sıkıldığında kime ne diyeceğinizi bilemeyeceksiniz. Ahh bu yeni nesil deyip geçmek en kolayı! Oysa insanın değerini arttırarak eşyanın değerini azaltmak mümkün. İnsanın değeri de merhametle, duygudaşlıkla, erdemle yükselir. Doğaya, yaşama, insanlığa saygı duyan kişi gereğinden fazlasını tüketmekten çekinecektir. Satın alınamayan değerlerin güzelliğini işledikçe tüketim döngüsü kırılacaktır. Başta anne babalar, eğitimciler bu bilinçte çocuklar yetiştirmeye çalışmalı ve hepimizin satın alırken duygularını doyurmaya değil ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanması çözüm olacaktır.
Bugün de böyle bitirelim.
"Satın alınmayan şeyleri severim ben.
Deniz gibi, gökyüzü gibi.
Ay ve güneş gibi.
Ve sevgi gibi…”
Sabahattin Ali